adem
... Adem, köyün kahvesine babasının yanına gitmişti. Kahvede babasının
yanında oturmuş oralet içerken, masadaki gazetelere odaklandı. Sigara
dumanından ve anlam veremediği sohbetten uzaklaşmak için bir eliyle oraleti aldı
diğer eliyle de masadaki gazeteleri. Dışarı çıkan Adem, kahvenin sol
çaprazındaki yokuşa doğru yürüdü ve oradaki üstü kapalı alanda sandalyeye
oturdu. Önünde uçsuz bucaksız bir vadi görüyordu. Hayatı hep engebeli yerlerde
geçtiğinden düzlük nedir bilmezdi. Ancak yazları hayvancılık yaptıkları sırada
düzlük görürdü, uzağa baksa da düz kalabilen düzlükler. Geri kalan hayatı
dağlık ve engebeliydi. Gözünü soğuğun her bir kayasına itinayla işlediği uçsuz
vadiye dikti. Dün gece yine ağlamıştı. Ağlamak istemese de sonuçta bir
Ademoğlu’ydu; ağlardı. Gazetelere döndü, hafiften üşüse de o soğuk ona, anlık
bir zevk vermişti. Yanaklarının kızarması ve onun bu kızarıklığı artık
hissetmemesi. Burnunun akması fakat onun umrunda dahi olmaması büyük bir
özgürlüktü ve bu özgürlük ona inanılmaz iyi geliyordu. Çok yaygın birkaç gazetenin
geldiği kahvede, kendi sevebileceği bir şey olmamasına rağmen denk geldikçe
resimlere bakmak, bir şeyler okumak için alır okurdu gazeteleri. Adem, özgürlüğüne
düşkün bir çocuktu. Sıkıldı mı bir şeyden, yapmak istemezse bir şeyi atardı kendisini
şu vadinin tepesine. Atardı ki elinde birkaç gazete, bir çay bardağı dolusu
sıcak oralet, uzaklara dalar yanaklarını kızarıncaya kadar uzaklara bakardı. Artık
kızarıklığı umursamayacak duruma geldiğinde de gazetelere dönerdi. Resimler
görmek, sıcaklık görmek, güneş görmek isterdi. Kahveye birkaç metre uzakta,
vadiyi olabildiğince geniş bir açıyla görebileceği bu yere yaşlılar ancak yazın
oturabilirlerdi. Adem ise kalan 9 ayı olabildiğince burada geçirmeye özellikle
dikkat ederdi. Kahveden alırdı sıcacık çayını, oraletini bazen de sadece sıcak
suyunu, küçücük boyuyla yürür geçerdi sandalyesine. Hayatı kayalardan,
dağlardan, soğuktan ibaretti. Burnu donsa dönüp de gık etmezdi evde. Hasta
olmayı boynunun borcu bilirdi ki bir süre sonra olmazdı bile. Belki yarım saat
bile oturmazdı orada. Babası, '' Adeem! Geçsene içeriye ananla kavga
ettireceksin yine beni.'' diye bağırdı mı hızlıca toplardı gazeteleri, silerdi
burnunu adeta Süpermen gökyüzünde uçuyor gibi. Geçerdi içeriye. Özgürlüğüne bir
yere kadar düşkün bir çocuktu Adem ve kurtulacaktı bir gün kesinlikle. En derin
vadileri gördüğü, en yüksek dağları seyrettiği bu yerden, en yeşil ovalara en
mavi denizlere gidecekti. Özgürlüğüne belki de düşkün değildi Adem. Zaten
yalnızdı. Arkadaşı da yoktu. Yalnız bir insan doğal olarak özgür sayılabilirdi.
Özgürlüğüne hiç düşkün değildi Adem. Kurtulacağı günü değil de kurtarılacağı
günü bekliyordu. Beklemeyi severdi Adem. Güneşi, sıcağı, biraz da olsa
gökyüzünü görmeyi. Özgürlük nedir bilmezdi bile Adem. Bir kabanı, kalın bir
atkısı, daha da kalın bir şapkayla bir çift eldiveni vardı. Her yer onundu.
Özgürlüğün içine doğmuştu Adem...''
Çok güzel olmuş ellerinize sağlık. Takip listeme ekledim. :)
YanıtlaSil