Arama İzni Çıkartıldı

az ötede yaşayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
az ötede yaşayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2018 Cumartesi

plüton


plüton

Yalnızca güzel şarkılarla aydınlanır gezegenim. Ben, tek başıma şu evreni kaplayan bir gezegenim. Güzel bir şarkı daha dinleyebilmek için evrendeki yerini feda edebilecek bir gezegen. Gözlerini kapayıp kendini bir müziğin akışına bırakmak tek yaşam gayesi olmuş sıcak bir gezegen. Keşfedilmemiş galaksilere inat keşfedilmemiş şarkıların peşinde. Enerjisini notalardan, eşsiz seslerden, ritimlerden alan ve bunun için yaşayan. Sonbaharında hüznüyle sararan, ilkbaharında neşesiyle saçılan. Şarkılardan evren yaratmış bir kimseyi üzebilir misiniz? Sığınacağı binlerce melodisi olan bir gezegeni galaksinizden dışlayabilir misiniz? Üstünü çizebilir misiniz ya da ayaklarınızla ezebilir misiniz? Laflarınız incitir mi sizce böyle bir gezegeni? İçerisinde sadece iyilik barındırmayı kendisine görev edinmiş, hiçbir zaman gökyüzüne karanlığın hakim olmadığı, yıldızlarının gündüzleri de gökyüzünde misafir olduğu yani hiçbir şeyin ve hiç kimsenin dışlanmadığı bir gezegen. Susmuş, sönmüş binlerce yıldızın, gezegenin ardında bir ütopya edasıyla dikilen, evrenin getirdiği ve de getireceği iyi ve kötü her şeyi yine evrenden bilen milyonlarca ölü galaksinin içerisinde kendi yaşam alanını kurabilmiş bir gezegen. İçerisinde ritmin, edebiyatın, sanatın olduğu. Hayallerin gerçeklerden daha gerçekçi olduğu. Renklerin görünenden daha renkli olduğu. Müzik seslerinin evrene son ses yayın yaptığı ve bu yayınların ölü gezegenlerce başka varlıkların sinyalleri olarak algılandığı küçük bir gezegen. Emekli bir memur edasıyla kendi kendisine yetebilen. Kıt kanaat geçinen belki fakat her anında yaşadığı için mutlu olan. Emin olabilirsiniz ki asla sizin ölüm kokan, çürümüş, yozlaşmış, siyaha boyanmış gezegenlerinize hiçbir zaman adım atmayacağız. Güneş olmadan da varız, var olacağız. Hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin enerjisini sömürmeden, hiçbir parçayı kendi peşimizde asırlarca sürüklemeden kendi yörüngemizde şiddetin, yalanın, hırsların ve kötülüklerin olmadığı küçük gezegenimizde hayatlarımızı güzelleştirebildiğimiz kadar güzelleştirecek ve sizin o kokuşmuş gezegenlerinizden kaçma çabalarınızı izleyeceğiz. Elinizdekileri nasıl teker teker düşünmeden tükettiğinizi, her şey için geç olduğu bir zamanda milyarlarca insan olarak dönüp de arkanıza bakarak yaşayacağınız pişmanlıkları seyrederek her şeyden izole bir şekilde tüketmek için değil de yaşamak için yaşıyor olmanın muhteşem keyfiyle nefis şarkılar eşliğinde sönük yıldızlara ışık olmaya çalışacağız…
-az ötede yaşayan ‘’cüce’’ gezegen-




13 Kasım 2018 Salı

sus


kaynak 


sus


"Sana da bu dünyayı yaşamak için vaktinin asla yetmeyeceği düşüncesi hakim mi sürekli? Hani öyle bir şey ki vaktin var fakat bu vaktin bir gün olmayacağı belirsizliği seni alıkoyuyor gibi her şeyden. Ne zaman ne yapmak istediğine dair kararsız kalabiliyorsun sıkça. Bu daracık vaktimde ben ne yapacağım? Okumam lazım, iş bulmalıyım, evlilik yaşım geçiyor, bir de çocuk geldi eee? Döngü başa sarıyor: çocuğum okumalı, çocuğumun işi olmalı, çocuğum evlenmeli derken kaçırdıklarımızın farkında mıyız? Yoksa arkamıza yaslanıp pişmanlıklarımızı ve keşkelerimizi görmezden mi geliyoruz? Düşünsene: Ayak basman gereken yüzlerce, binlerce toprak parçası olduğunu hissediyorsun, ayakların karıncalanıyor heyecanından. Görmen gereken tüm güzelliklerin çoğunu göremeyeceğinin farkında olduğu için yaşlı gözlerin. Okuman gereken milyonlarca bilgi, dinlemen gereken yığınca ses... İnsan, bütün bu denklemin içerisinde nasıl " iyi bir hayat yaşadım. " diyebilir ki? Sürekli kendimizi kandırıyoruz, sürekli. Bugüne kadar hep güzel insanlarla karşılaştık diyoruz, daha niceleriyle karşılaşamadık demiyoruz. Mutlu bir hayat yaşadım lafını fazlaca indirgiyoruz: aslında evet, azla yetinmezsek çoğu bulamayızcı olduk. Bize, hepsi bir gün geçecek, her şey güzel olacak diyorlar. Bir gün? Meçhul. Görevimiz: o günü beklemek. Bize buna da şükret diyorlar, bir başka zaman bir başka şeye. Onu bulamayanlar da var kıymetini bil diyorlar, neden onu da bulamayan birileri var? Diye soran yok. Sen buldun, onlar bulamadı. Bu dünyadaki hesaplarımızı erteletiyorlar. Hep havale ediyoruz fakat havalenin geçmesi gereken yere geçip geçmediğinden bir haber? Yok. Bizden bu dünyalık sessizlik istiyorlar. Koca bir sus, konuşma, yapma, ayıp, günah, yasak... Bizden bugünümüzü ertelememizi istiyorlar. Peki yarınlarımız, bir banka kasasında mı bekletiliyor? İnsan, bu dünyalık yalnızca yaşamalı, bir fakir kendi yuvasından, dünyasından dışarı tek bir adım atmamalı. Zenginlerin ayaklarına kapanacağına diyoruz ki evinde beş vakit yere kapan ve bu dünyalık sus, şükret: öteki dünyada fazlasıyla alacaksın istediklerini, bu dünyada bizim yakamıza yapışma, ayağımıza dolanma yeter. Evet, bunu demek istiyorlar bize. Ellerimizi gökyüzüne kaldırarak hayatımızın son gününe kadar elimizde olana ve de olmayana şükretmemizi. Eğer ki kafamızı kaldıracak olur da sesimizi çıkartırsak kazara ne fena! Bu yüzden bu Dünya, bir suskunlar gezegenidir. Denizlerine pislik karışır, deniz susar. Topraklarına kan karışır, toprak susar. İnsanlarına acı karışır, insan susar. Kaç perdelik bir suskunluk, meçhul. Ve doğal olarak da perde arası vermeden yerimizden kalkmamız pek hoş karşılanmasa gerek...


6 Nisan 2018 Cuma

yokluk



yokluk

Harflerin yazı, kelimelerin ilkbaharı, cümlelerin sonbaharı ve bütün bir paragrafın kışı…
Ve insanın tutunma telaşı takvimlere.
Öyle bir telaş ki toprak taneleri kadar kaygan avuç içlerinde.
Öyle bir telaş ki yorgunluk yükler durur sırtımıza.
Bu telaştan atmak isterim kendimi yeşil bir yokluk bulup da.
Yoklukta bir su bulsam çarparım tek bir hamlede yüzüme.
Çarparım ki nefes alsın tenim, kurtulsun kirinden.
Bu, bütünüyle bir kaçışın öyküsüdür.

Kanımda gezen bir sıcaklık varlığın. Kanıma kan katan, yüzümün rengini açan bir akış vücudumda. Gözlerim ki yokluğunun kokusuyla tıkanınca koklar da görürüm gökyüzüne çizdiğimiz yolu. Gökyüzünde bir uçak ve içinde biz varız ile başlayan bir kaçış tohumu iken bugün dev bir çınar içimizdeki bu tutku.
Kaçalım.
Durmayalım.
Durursak utancımızdan bakamayalım ardımıza. Öyle bir kaçış olsun ki bundan sonraki ‘’kalışlara’’ ültimatom içersin her bir adımında. Dünyanız sizin olsun dercesine, üstümüzdeki pisliği yırtarak koşalım. Düzlükler, yeşillikler, tepeler bizimdir.
Kendimize bir bildiridir.
Bütün kiri dünyaya atan temizlerden olmayalım. Biz kirlenelim, toprak bizi bekler. Varsın temizlik, dürüstlük insanlara kalsın. Bu dünyada gösterebilecekleri az da olsa dürüstlüğe ve iyiliğe ihtiyaçları var. Biz sıkı sıkıya tuttuğumuz dalları bırakalım usulca. Bu dünyalık bizden bu kadar olsun, kısmet başka dünyalara diyelim.
Bu bir vazgeçiştir.
Yalandan, samimiyet yoksunluğundan, yarından, dünden…
Ardımızda bir tek ardımız kalır.
Yoksun, yalnız ve kimsesiz bir art. Çekildikçe derinlere siyaha tutku besleyen. Tutkusunu karanlıktan alan bir art. Kendimizi itinayla çekip çıkarttığımız şu tek canlık oyunu yukardan izlediğimiz kadardır harcadığımız emek.
Yokluk.
Bulutların üstüne konumlanmış ruhlar kadar hayali olmayı yediremediğimiz bu yokluktan, yokluk peşimizi bırakana kadar kaçıyoruz, kaçacağız. Yokluk birse biz ikiyiz.
İki.
Bir ben’e ve bir sen’e indirgenemeyecek kadar büyük bir rakam. Yan yana geldiği vakit yeri titreten pamuktan bir yumruk.
İkimiz.
İçindekiler kısmıyla yaratılageldiğimiz şu dünyayı, kaynakça kısmıyla teslim ediyoruz Tanrı’ya.
Son.
Yokluk bırakmadı peşimizi oysa bir adım daha atsak kurtaracaktık kendimizi.


14 Ekim 2017 Cumartesi

Dünya, Bir Tımarhanedir


Dünya Bir Tımarhanedir
'' Dem Fanzin'de yayınlanmış bir denememdir.''




Monteigne kardeşim Denemeler’i yazdı. Ben de, Yanılmalar’ı yazacağım.

Hepimiz birer kuş olup kanatlanmıştık, pek sevgiyle yad ettiğimiz sevgi kelebeği gezegenimizde. Hani bir beyaz, bir griydik. Bizdik neticede; insandık.

Denedik, yanıldık. Denemekten korktuk, kaçtık ya da kaçırıldık.

Çabaladık, hayal kurduk; aldatıldık.

İnandık, bağlandık; kandırıldık.

Güldük, eğlendik; yaftalandık.

Ağladık, üzüldük; umursanmadık.

Ve dahasını, insanlık olarak tattık ve tadıyoruz.

Bir dem de olsa, sorgulamak gerektir yaşamın her dakikasını.

Sorgulamadan, sorgulatmadan ulaşamayacağımız, ulaşsak da ulaşmamış olmayı dileyeceğimiz gerçekler etrafımızdalar.

İnandığımız din, dinler ya da inanmadıklarımız.

Şahit olduğumuz acılar, savaşlar, yıkımlar, çocuklar…

Düşünmek, bir deli savunmasıdır Dünya tımarhanesinde.

Bazen beynimin içi, Elon Musk evreninde seyrediyor gibi hissediyorum.

Bütün bu savaşlar, acılar, birkaç denyo güzel vakit geçirsin diye kurgulanmış senaryolar gibi geliyor.

Aksini düşünerek, insanlığın derdini çözebileceğimi sanmıyorum.

Sorgulama yeteneği belli oranda verilmiş yapay varlıklarız bu gezegende.

Birkaç fabrika hatası ya da ithalat fazlası olanlarımız, bizleri yanıltmasınlar.

Yapay da olsa, kendini geliştiren ve de bizlerden sıyıranlaraysa büyük saygı göstermemiz gerektiğini hatırlatmalıyım.

Ölümsüzlüğü bulma hayalinden tutun da, mevcut gezegenimizden kaçarak koloniler kurmayı düşünenlerimiz var. Onlara, Gemide filminin meşhur kum boşaltma sahnesindeki Erkan Can repliğini armağan ediyorum. Ama yazmıyorum.

Yapay bir evrende sürükleniyoruz, her günümüz sanırsın westworld’vari bir evrende geçiyor.

Ölümsüzlüğü, birkaç seneyle kaçıracağımızı düşünenlerimiz bile varlar.

Onlara, çok saygı duyduğum bir söz yazarından şu sözleri armağan etmek istiyorum;

Dünya ne sana ne de bana kalmaz.

Rothschildlere kalmadı böyle, hiçbir kitap yazmaz.

Ne demiştik, Dünya bir tımarhaneydi.

Ve bizler de, giydiğimiz deli gömleklerinden kurtulma gayretinde ya da bu gömlekleri kabullenmiş biçimde ölümü bekleyen delileriz.



Az Ötede Yaşayan İnsan

‘’ Çok değil, azıcık. ‘’






8 Ekim 2016 Cumartesi

TAM BAĞIMSIZ KALPLER BİRLİĞİ (TBKB)

Başlığın garip ve anlamsız göründüğünün farkındayım,bu başlıkla amaçladığım şey ise çok basit,açık açık soruyorum şimdi sizlere;aşık olmak için illa sevmek mi gerekir?

Bugünlerde kafamı kurcalayan şeylerin başını çekiyor bu karmaşık ilişki durumları.Hatta başını çekmekten öte,kerata tüm dertlerimi eze eze en başa çıkarmayı biliyor kendisini.Bu konuda biraz insafsız sanırım.En başa çıktığı için amaçladığı şeyi de başarıyor bu yolla;kendini bir numaralı gündem maddesi konumunda tutmak...

Tabii,bunu her zaman yapmıyor,en hazırlıksız ve herşeye açık olduğumuz zamanlarda yapıyor;bazen uyumak için bakındığımız tavanda beliriyor,bazense duyduğumuz bir şarkıyla şaşkına dönen vücudumuzun bu durumundan faydalanarak bünyeye sızıyor.İşte burada benim kafama takılan soru devreye giriyor.Bir insan evladını gördüm ve o an ona karşı müthiş bir duygu yoğunluğu hissettim diyelim,buraya kadar açıklanabilir ve gayet normal ilerliyoruz.Hissi nedenlerimiz küçük bir tebessüm,kaş,göz vb. fiziki ögeler olabileceği gibi içsel şeyler de olabilir.Bu yoğunluktan sonraki aşama,o ilk yakaladığımız duygu patlamasının peşinden koşmamız.Onu bir daha görme isteği ya da onu sürekli görme isteği...Belimin artık sola doğru kamp kurmasına rağmen bir kere bile olsa onunla göz göze kalabilme ihtimali...Bir yerde otururken manzarımızı onu gören yerlerden seçme durumu...Bunlar hep o ilk duygu patlamasının-''ilk olan en güzelidir''deki-tekrar yaşama isteğinden kaynaklı gelişen durumlar.İnsanı aşık eden kısım da burası zaten,ilk anda yaşadığımız o duyguyu bir daha yaşamak için karşıdaki kişiye yakınlaşma,bir nevi insanın kendini tatmini.Hani bu,ders çalışmak için heveslendiğinizde ilk olarak odanızı toplamanız,kendinize layık bir çalışma ortamı hazırlamanız gibi bir şey.Toparlarken gayet motive ve çalışma isteğiyle yanarken bu toparlanmanın ardından kendinizi birden bitkin,üşengeç ve işe yaramaz hissetmeniz gibi.Yani bende böyle.O ilk anki motivasyonum ve isteğim nedense bir süre sonra kayboluyor ve sevmeden aşk yaşıyor gibi hissediyorum kendimi.Kalbime sorsam ''aşıksın işte lan!'' derken,beynim çok bilmiş bir şekilde ''ne işin var senin böyle şeylerle'' diye öne atılıyor.Ama bu konuda kabul gören organ kalp olduğu için bu sefer de içimde adeta bir ''derin devlet'' yapılanması hissediyorum.Kalbi tasfiye eden beyin hücreleri,bu aşkı vücudumdan temizlemek için çaba sarfediyorlar.Bense,bu durumdan habersiz,günde iki doz olarak aldığım bunalım hapının etkisinde garip düşüncelere dalıyorum.Beyin hücrelerim,bana sürekli kalbi kötüleyen sözler söyleyerek ona karşı olan güvenimi sarsmaya ve onu dinlememem konusunda bilginlendirmeye çalışıyorlar.Ben de mecburen inanıyorum beyin bu boru mu?...

Aradan uzunca bir zaman geçiyor ve beni artık çoğunlukla ele geçirmiş durumda olan beynim,son kalem olan benliğime ansızın bir girişimde bulunarak,bütün yönetimime el koymaya çalışıyor.İşte bu aşamada,asil duyguların hoşgörülü organı tüm bu girişimi bozarak püskürtüyor.Daha sonrasında da beyin hücrelerimi mülakatla seçmem gerektiği konusunda bana tavsiyede bulunuyor.Bende ona bu noktada,beni affetmesini beynim tarafından kandırıldığımı söylüyorum ve arayı biraz düzeltiyorum.Artık benliğime kalbim hükmediyor işte bu noktada aşk ve sevgi kelimesi benim için bir bütün teşkil eder hal alıyor ve nihayet bu karmaşanın içinden çıkabiliyorum.Bir geyik felsefesinin temelini oluşturan ''kalbini dinle'' öğretisi yolunda kendimi bir fedai olarak atıyorum.Beyin hücrelerimi çekinmeden infaz ediyor ve kendimi kalbin ellerine bırakıyorum...

Bu noktada işte seven insanın neden düşünemediğini anlıyorum.Seven insan mantıklı düşünemezin anlamsızlığı,benim için ortadan kalkıyor.

Kalp hükmederken insanın benliğine,beyine laf düşmüyor.İşte insan bu sebepledirki;''aşk''adı altında gözü kara,umursamaz ve adanmış davranıyor,düşünmeden davranıyor.

Aşık olmak için illa sevmek değil,bağımsız bir kalp gerekiyor.
Severken mantıklı davranmak için ise...
boşverin.

TBKB

TAM BAĞIMSIZ KALPLER BİRLİĞİ...

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Düşün Taşın S01 E01

Se

Se a

Ses

Ses Deneme

Ses Deneme bir iki

Galiba geliyor sesim öncellikle kucak dolusu maraba herkese.
Bugün hayatımın onuncu yılını kutladığım buruk bir yazı temennisiyle oturmaktayım masaya(patron masası değil öğrenci masası…).Yamulmuyorsam da arkada on board(gemide)filminin film müziği çalmakta.Uzun süren sessizliklere ve kasvetli havanın hakim olduğu filmlere aşinaysanız izlemişsinizdir fakat izlemeyen varsa içinizin derinlerine işlemesi ve bir şeyleri dışarı çıkarması adına izlenemeniz tarafımca tavsiye olunur.Zaten içinizde hiçbir şey yoksa bile bu ve bu tarz müziklerin altındaki yorumları okuyarak yeteri kadar dert sahibi olabilirsiniz orası ayrı.Kısadan yazıya geçecek olursam şöyle ki konuyu genel açıda bir memur çocuğu yaşantısı ve psikolojisi özel açıdan ise ilkokulda dışlanma olarak elden almak gayretiyle başlayıp yine oraya buraya dadanma şeklinde devam etsem de asıl konuya şöylece bir girelim.
Sene 2005-2006 bilmekte olduğum benliğimi dinlemeye başladığım yıllar.Bunun diğer versiyonu ergenliktir tabii bilmekte olunan benliğin dinlenilmesi ve içine aşırı derece isyan enjektesi…
Neyse;

Sene 2006

Mekan:İç anadolu’da bir ilimis.(gidiş yönü)

Olay örgüsü;taşına taşına aşınan eşyaların yüklü olduğu kamyonun arkasında kaybede kaybede hüzün yumağı olmuş küçük bir gencin atıldığı kurtlar sofrasında kurda olan isyanı.(böyle yazınca edebiyat oluyor sanırım biraz da beklenti yükseliyor gibi geldi bana)


Taşınmak bir memur çocuğunun hobiden bozma fobisi diyebilirim.O taşınma aşamalarında annenin stresi ve babanın umursamaz tavırları arasında çocuğun anlamsız heyecanı bunu hobimsi kılan kısımken çocuğun daha yeni kaynaştığı arkadaşlarından ve sevdiceği olan öğretmeninden kopacak olması bunu fobi yapan etkenler.Hele ki eleman bir de çocukluk aşkı yaşıyorsa vay onun haline.Onun tek tarifi s*k kadar boyuyla şehirden ayrılırken sevilen,aşk duyulan küçük kızın elinde ki barbie bebeğine sarılarak ağlaması ardından oğlanın önce dizlerinin üstüne büyük bir sılov moşın efektiyle düşerek ve aynı anda 180 derece dönerek uyguladığı tavır ile son bulan bu aşk ise apayrı bir trajedidir.Esas oğlan olarak bende son durum olmasa bile hafif bir esintisi kalbimin damarlarından geçmedi de diyemem o kısmı ileride ufacık yazarım belki.İşte yine tüm bu duygu karmaşasında annenin büyük ve mucizevi şekilde(memur evi aslında çok da mucizevi değil gibi)koca 2+1 evi,tabağından çanağına gazeteleyerek tek tek kutulara isimleri kazıyarak ve bu sırada babanın sadece kutu kapama ve kapanan kutuyu taşıma görevini aldığını düşünerek başarması şöyle bir bakıp harbiden anne yaaağğ dememe sebebiyet vermişti.Benim görevim odamdaki ıvır zıvırı ve oyuncaklarımı toparlamaktı.Neyse bunlar yapıldı,evde son gün dışarıdan taşınmaların olmazsa olmazı kaşarlı pide yenildi ve erken kalkmak üzere yatıldı.Sabah olduğunda annem beni biraz geç uyandırmıştı.Uyandığımda evin benim odam dışında çoğunun taşındığını sadece kamyona yerleştirme düzenine göre bazı eşyaların bekletildiğini gördüm ve zaten sevmediğim bu angaryanın ortasında çok kalmayacak olmaktan mutluluk duyar bir şekilde balkondan çalışan adamları izlemeye koyuldum.Sona doğru bu sefer taşıyanların olmazsa olmazı olan kaşarlı pide ve kola geldi.Ben ordan kendi payımı alarak balkonda son bir yemek yedim manzaraya karşı.Eşyaların hepsi koyuldu ve yaz dönemi olması dolayısıyla benim de yazın bir gününde doğmuş olmam dolayısıyla 9’dan 10’a geçmiş sayarak o küçükken ki saçma büyüme isteğimi o günde sergiliyor ve kendimi on(10)yaşında ilan ediyordum(bok vardı).Hafif buruk bir şekilde kamyondan biraz sonra kendi arabamızla takip şeklinde yola koyuluyoruz.Ondan önce tüm vedalaşmalar yapılmış son anda tekrar vedalaşılan komşular ve arkadaşlar hüzne hüzün katmıştır.1 dakikalık bir el sallamayla kafaların yaklaşık 270 dereceye kadar bir baykuş edasıyla döndüğü o son selamlama kısmı da bittikten ve en sonda da o şehrin çıkış tabelası görünüp son kez ters yönde duran giriş tabelasına bakıp çekilen bir içten sonra maraton devam etmiştir…

yeni bir başlangıç

2014 yılından itibaren yazmaya başladığım bu blogumu, yeni bir başlangıç için emekliye ayırıyorum. İlk yıllardan itibaren daha profesyonel d...