Arama İzni Çıkartıldı

blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2020 Çarşamba

elimde yitmiş coğrafya

- elimde yitmiş coğrafya



kan çanaklarından su içen korsanlar inletiyor kasabanın çamur kaplı sokaklarını, fıçıların içinde süründürülen kadınlar, korkmuş çocuklar, yeri döven ardı ardına döven yağmur. bir çocuk duasının daha gökten geri döndüğüne şahit insanlık. elleri başının arasında, zulmün mum ışığını sarı saçlarında hisseden küçük kız. demirlemiş geminin dahi şaha kalkması liman boyunca. oluk oluk ölüm fışkırıyor kasaba merdivenlerinden. bir yaşlı, bir çapulcudan aman dileniyor nasıl da gerçeksin ve dipdirisin adalet(!). bir köy baştan sona kılıçtan geçirilirken ne de merhametlisin ey yedi göğün yaratıcısı, evet sen. yalnızca tek yaşam hakkı verdiğin biz insanlar için ne de gelişigüzel bir kader yazımın var, kalemini asla beğenmedim, beğenmeyeceğim. işte ellerimiz, alınlarımız, çamur kaplı yüzlerimiz, saklanırken içimize içimize çektiğimiz yaşam nefesimiz hepsi sana dönük. karşında titreyen bir avuç insanı, elimde yitip gitmiş bu coğrafyada mahsur bırakan senin yüceliğin evet. kitaplarında yazan her ne ise teorinin pratikten bağımsızlığını yüzümüze çarpan gerçek, bugün şu vakitte senden daha gerçek ve de onurlu. ki biz senin dinmez susuzluğuna sırtımızda çanaklar içinde kanlar taşıyan biz, ki biz senin dinmez merhametin ve yüceliğin için meydanlara, tapınaklara kendimizde olandan pay veren biz, ki biz beş vakit dizimizi yerlere vuran ve bize güzel bir hayat sunman için sana ibadet eden biz, işte biz bize verdiğin her neyse aynı süratle bizden isteyen sen karşısında aciziz. imtihan dediğin her ne ise bunu kalemini acı dolu mürekkep kaplarına batırıp da insan derisine kazıyan sen, bugün bir kız çocuğunun göz yaşından değersizsin. bir kız çocuğu, henüz bir bebek, tertemiz ve saf, dünya nedir ve kimi sevmeliyim telaşında yalnızca. kimi sevmez ki bir bebek, kendisine gülümseyen herkese sonsuz şefkat ve sevgi fışkırtan gözlerinde bugün senin adaletinin, sınavının bir tecellisi olarak ateşler, yıkımlar, elindeki ölüm makinelerini hunharca ve arsızca kaldıran çapulcular resmediliyorsa bu senin düpedüz ve şüphesiz berbat bir ressam ve sanatçı olduğunun kanıtıdır. yüceler yücesi, elimde yitmiş coğrafyada senden uzaklaşan her kimse türlü yalanlarla geri çağrılmaya çalışılırken ben uzun yollar tepip de gelen bütün insanlar için kendi adaletlerini ve kaderlerini yönetmeleri noktasında salık veriyorum. bugün, bu coğrafyada senin yüceliğinle benim dipdiri, kanlı canlı gerçekliğim karşı karşıyadır ve tek kazanan benim ve benim gibilerdir.


28 Nisan 2020 Salı

kışı çizdim, bir soluk ölüm bedenimde



kışı çizdim, bir soluk ölüm bedenimde
-       kıştı, bir acı damla süzüldü genzime.



Kıştı, acının üstü örtülmek istercesine beyaz, günahsız yeryüzü. Suyun saflığını korumak için kendisini kalkan bilmiş buzullar üstünde sürüklenen, suyun altını, gerçeği arayan bir balık çırpınışı. Buza yapışmış ayaklarım kıpırdamaz olur ne zaman kurtarmak istesem onu. Ne zaman bir arayışı sonlandırma isteği yeşerse içimde ezilir gaddarca, karanlık püskürtülür üzerine. Derimi şuracıkta bırakıp kanayan ayaklarımla, etimin en hassas noktasına kadar hissettiğim soğuğu sana taşıdığım bitmez görünen bu yolu inatla, kısık gözlerimle zorlanarak yürüdüğüm vakit buza çakılmış solungaçlarından fışkıran ormanın içine hapsolmuş balığı çekip en derin kuyuların içine atma telaşım niye bu kadar anlamsız, neden bir anlam kazanmaz gözlerinde. Halbuki dünyanın kurtarılabilir olduğunu düşünen sen, yıldız geçişleri beklemeden içinde en saf dilekleri diri tutmayı beceren sen bugün neden evrenin enerjisini yitirmiş kabul etmekte bu kadar ısrarcı? Varmak nedir? Hiç geride kalana soruldu mu? Göçmen kuşlar içinde en önde giden ben, seyreder de yangınlar ararım bir vakit çöküp de yanmış ağaç kavuklarında merasimler şahlandırmak için. Ruhu nasıl seyrediyorsa yükseldikçe leşinin ardında toplanan çürük hasretindeki yırtıcıları, öyle seyrettiğim ormanlara, suya, havaya karanlık gibi çöken şimdi neden yine ben? Ey kimsesiz kalmış hayat, bir yaprak kıpırdatacak dahi gücü kalmamış olan rüzgar şimdi, utangaç yüzünü perdelere saklamış güneş ışıkları, yağmurdan kaçan toprak, dinleyin. Mevsimsiz kalmış insanlar misafir ettiğim sokakları ve pisliğe bulanmış kaldırımları çekip kaldırdım. Yükü hafiflesin evrenin diye aldım üstünden sorumluluk duygusunu insanın, sevmek mi? Nefes alana mahsus değil yalnızca. Kalemin kağıdı sevdiğine şahit ben, canlı cansız demeden nefes bildim her birini kendime. Dokunmayı bildikten sonra dile gelmeyecek dilsiz yok bunu bildim, konuşmayı bildikten sonra suskun kalmayı reddedecek kitleler bildim. Peki şimdi bu halim, sorulmalı elbette. İnsanın kurtuluş ordusu, İsa’yı ipten alan sen, Musa’nın denizinde sert darbeleri göğüsleyen yine sen, yanlış nedir? Boynuma geçirdiğim ip kadar sıcak ve beni saran. Soğuk, hiç geride kalana soruldu mu? Nasıl çekiyorum yaşamın içinden kendimi usulca. Öylece ‘’ yapma ‘’ diye bakan gözlerini gözlerime sonsuzluk bilip nasıl da kendimi siliyorum hafızasından yaşamın. İşte diyorum gidişim bu kadar kolaydı, gelişimden pek bir kolay.  Var olduğum acısı hangi kaldırımlarda, sokak lambalarında kalmış, hangi ağaç dibinde uyutulmuş bir bahar geçkiniyim artık mühim değil. Kıştı, bir acı soğuk kaldı tenimde. Bir acı su damlasının genzime yerleşmesini dinledim saniye saniye. Kıştı ve aldı götürdü beni, geride solungaçlarından kanlar fışkıran balıkların kızıla boyadığı buzullar bıraktım yalnızca. İşte, kışın ortasına gömün beni, kışın tam gövdesine.

8 Şubat 2020 Cumartesi

yol - 5 -



yol -5-

‘’ hissetmek, bizim için tırnaklarımızın içlerini duvar kırıntılarıyla doldurmak demektir.’’

Uyandım. Denizlerin üstlerini örttüğüm sabahlarda dahi üşümelerinin titrekliğini seyrederek uyandım. Söyleyecek sözü kadar köpürürmüş denizler diyen bilge adamların bileklerime işlediği damar yollarının tıkanıklığını hissederek, usulca yüzüme şefkatini işleyen sabah rüzgarını tenime misafir ettim. Vakitsizlik çağlayan kırılmış kayalıkları, kendisini bir şekilde kumsala atmış yorgun yolcuları dinlemek ne de zordur gözlerimle? Bedenimin sıcaklığını korumak için ürpertici şiirler okumayışım böyle sabahlarda. İnsan oluşumun hatırlatılmasına ihtiyaç duyduğum her an nefesini ensemde hissediyor olmanın verdiği ‘’ dünya, bugün de bana çalışıyor. ‘’ hissi. Zamanın kiralanabilir olduğunu öğrendiğim toprak yollarda, köylülerin ne kadar da cesur insanlar olabildiklerine şahit olduğum patikalarda, ellerimin boş kalmasını reddederek yürüdüğüm yolları dönüp sana doyasıya anlatma hevesimi yine bir manzaranın sönen ateşine bırakıyorum. Benim için zaman, gövdene işleyebildiğim dokunuşların saatleri dondurması kadar mucizevi. Hangi kenti ne şekilde geçersem geçeyim, hangi gökyüzünü dakikalarca tasvir edeyim içimde fark etmez: yürüyorumdur. Ellerim en son hangi mezarın toprağında bir sıcaklık hissetmiştir bilinmez. En son hangi şehri geçerken bu kadar ürkek adımlar atmışımdır. Duruldum, dört nala üzerine koşan dalgaları göğsünde yumuşatan asırlık kayalıklar gibi duruldum. Mademki yolum senden geçecek, mademki gökyüzümde senden başka bir yıldız barınması mümkün değildir o vakit dünya üzerinde gözümü açmaya değil, kapatmaya korkar olurum.

24 Aralık 2019 Salı

yol - 4-


- yol 4 -
‘’ biliyorum ki adımımı attığım anda bu yola, içimde bir şeyler değişecek. ‘’

Takip ettiğim yollar beni sana çıkarttı buna eminim. Çünkü ben ilk defa bir yola bu kadar teslim, ilk defa bir yolu bu kadar ezber.Yolum ilk defa yalnız elektrik direkleri, sulama kanalları taşımaz, yolum ilk kez alabildiğine ağaç yığını. Bir mücadelenin içine doğuyor sabahları benim için güneş, bir mücadelenin yorgunluğu her akşam batan. Zihnimin temsili bulutlar yüklü gökyüzümde.
Nasıl baktığı önemlidir insanın, nasıl hissettiği.
Ben bu yolda yürüyor görünen, bir o kadar hızlı adam.
Nasıl bakmak istersen.
Bu yolu, çocukluğumu sever gibi seviyorum, çocukluğumda kötü gecelerde dahi nasıl çocuk kalabildiysem eğer öyle yağmurlu havalarda, öyle yüklü bulutlarda, öyle dağınık yollarda ve hatta çizilmemiş rotalarda benimle çocuk kal.
çocukluğumu buluyorum sende, ki aramadığım halde.
gözlerin ‘’ bütün yaşantıların ile seni seviyorum ‘’ diyor.
ellerinde sunduğun sıcaklık kıtalar kavuşturur, depremsiz.
nefesini hissetmek boynumda anne kucağında biten akşamlar.
saçlarını sermen yollarıma, parmak aralarımdan kayıp gitmesi:
güzelliğinin tüm yollarına tutkun kılıyor beni,
bütün mevsimlerin ile kabulümsün hayat.

/ bir cümleyi anlamlı kılan, büyük harfle başlaması değildir , asla. * /

nasıl değişirse eğer küresel vaziyette dünya, nasıl yağmıyor artık bahar yağmurları vaktinde.
işte öyle zamansız, işte öyle istenmeyen anlarda dahi karartan,
beklemediği anda yağmurlar sunan yeryüzüne.
vakitsiz virajlar şimdi, sert dönülen yollar.
nasıl ki bilirsin istediğimiz an yokuşlar bize tersine.
işte öyle ansızın, işte öyle büyük bir istekle yokuşlar inercesine.
bütün engebeli toprakların ile kabulümsün hayat.

/ bir yolu anlamlı kılan, ansızın yola koyulmaktır. /
devam edecek.


14 Temmuz 2019 Pazar

yol - 2 -


yol -2-
                      -yalnızlık

Her dönemimin bir şarkısı oldu hayatımda. Her yolun psikolojisine özel şarkılar bütünü kulaklarım. Uzun bir yolun yirmi üçüncü virajına sakin bir giriş yapacağım şu sıralar beş ayın ardından gelen yol günlüğü. Bugün, belki hiçbir zaman hayal dahi etmediği gerçeklerin yükünü sırtlamaya çalışan bir çocuk olarak şu birkaç ayda binlerce kilometre yol gittim. Hiç sevmem dediğim otobüs yolculuklarının gediklisi oldum iki koca bavul eşliğinde. Yirmi saat otobüs yolculuğu mu olur? Derken bunu rutin haline getirdim istemsizce. Büyük konuşmamak gerekliliğinin suratıma geçirdiği tokatlardan kızarmış yüzüm gerçeğin acımasızlığıyla yüzleşti şu beş ayda. Sahip olmadan hakkında atıp tuttuğum ne varsa dönüp hesap sormasını bildi benden. Sahip olunmayan şeyler hakkında atıp tutmak ne de kolaymış, bir daha asla notu vurgulu bir şekilde kendime. Para, garip bir şey. Hiç para kazanmazken her şeye sahip olabileceğimi düşünürdüm. Şimdi para denilen şeye sahip olmama rağmen hiçbir zaman her şeye sahip olamayacağımı düşünüyorum çok katı bir şekilde. Oysa param yokken dahi istediğim her şeyi taksit taksit alırdım sorumluluk nedir bilmeyen omuzlarım eşliğinde. Şimdiyse omuzlarım yüklü sorumluluklar yığını adeta. Bu yolculukta çok şey yazıyorum hem de çok fazla. Şiire inanıyorum. Yaprak yaprak şiirdir şimdi topraklarım. Fakat şiirlerim sergi kaldıramazlar. Belki bir gün, bilemiyorum. Bekleyen kalabalıklar yok bildiğim tek şey budur. Fakat biliyorum, bir yer var. İnanç yüklü yarınlar kuluçkadadır o yerde. Bu yol, beni her geçen gün içten içe değiştiren bir imtihan adeta. farklı bir ‘ben’ kendimi ilk kez sıcak bulduğum. Nitelik peşinde sürüklendiğim, çabaladığım dönemler. Birçok şey üretme hevesiyle geçirdiğim saatlerin bıraktığı hazlar. Evet, sorumluluklar ve yeni bir hayat garipsetirken bana kendilerini, aldığım hazlar denge sağlıyor hayatımda. Yalnızlığın bu denli yorucu fakat keyifli olduğunu bilmezdim. Bir de bu yalnızlık arada bin kilometreden fazla bir mesafe barındırıyorsa daha fazla yalnız hissedemezdim. Fakat garip bir his ki seviyorum. Bu yolculuk elbet yalnız sürmeyecek biliyorum. O güne kadar bana eşlik edecek olan yalnızlığımın peşinde keyifle sürükleniyorum.  


yol, bitene kadar devam edecek…

28 Mayıs 2018 Pazartesi

hak


hak

Eminim ki dünyanın herhangi bir yerinde patlamıştır bu silah. Bir karanlığın ortasını yarmış geçmiştir ağzından salyalar akıtarak. Ve siyaha olan muhabbetimi fazlasıyla iştahlandırmıştır.  Siyaha olan düşkünlüğüm dudaklarımda hissetmekten zevk aldığım metalin soğukluğundan öte bir şey değildir. Çıkartıp da derinlerden tek tek ölümün karnına yerleştirdiğim her bir mermiyi iki dudağımın arasında götürüp getirmemdendir siyaha ulaşma hevesim. Siyah, insanın ilk kavgasıdır. Evrene her zaman siyah hakim olmuştur ve olacaktır. Fakat insanın hak kavgası ölümden geçer. 
Mermi.
 Köprünün ayağında gömülü bir çift mermi, mermiler öksüz. Bir silahta vücut bulmalılar. Tekrar eminim ki bir vücut bulmaları zor değildir silahlarda. İnsan ölür ve öldürür, bunun sonuncunda öldürülendir de aynı zamanda. Yani insan ölür, öldürür ve öldürülür. İnsan, günah ile dünyaya gelmiş bir varlıktır. Daha ilk anda milyonlarca spermin önüne geçerek hak yiyen değil midir insan? Hak yiyerek dünyaya gelmiş bir varlık elbette hak yemekten alıkoyacak değil ya kendini. Eminim ki bu silah da hakkını arayan birisi tarafından ateşlenmişti. Tesadüf şu ki herkes haklı. Haksız olanlar da haklı fakat silahı elinde olan o an daha haklıydı. Bir yaratıcının önünde son nefesini harcayarak hak dilenecektir o an haksız durumda olan insan.
Hak.
Hak, işte bu kadar paylaşılamaz aynı çocukluk anıları gibi. Herkesin evinin önünde oynadığı oyunları yarıştırması gibi bir siyahlık. İçerisinde beyaz çiçeklerin polenlerini taşıyan siyah renkli arıların hakimiyet kurduğu bir petek insan beyni. Kraliçesi de vicdan. Hak, vicdanın yorganı fakat ayağını bu yorgana göre uzatan insan bulmakta zorluk çekiyor yatak odası takımı satan mağazalar. Bazıları da hayal satıyorlar, fazlasıyla yapay zekaya bulanmış, üstü pasta süsleriyle kaplı sahte tebessümlü insanlara. İnsanlarsa al sat yaparak ellerindeki parayı katlama derdinde. Mermi. İki lafından birisi ölüm olmuş gezegenin, tek yaşanabilir gezegen olması kadar kara mizah örneği siyah rengi. Simsiyah bir rengin geceye  hakim olması kadar karizmatik aslında karamsarlık. Bütünüyle terk edilmiş bir bedenin renksizleşmesi kadar haksızlık milyonlarca renk tonuna. Dünya dışında bir yaşam alanı aramak, Dünya içinde bir yaşam yeri kurmaktan daha cazipken bazı beyinlerde, dünyanın derdine düşmüş insanları topraktan koparabilir misin ölüm? Koparırsın tabi. Sana kim karşı koyabilmiş ki? Tamamen simsiyah bir gece arıyorsan mezarlıklara uğrayacaksın demiş Azrail. Yolculuk yapacağın yeri kendin seçeceksin çünkü toprağın altına gömülmeden de gömülürmüş aslında insan. 
Zorbalık
Yaşamı mermiler sona erdirmezler sadece. Mermiler aslında can kurtarırlar: birinin canını alırlar, birçok kişininkini kurtarırlar ya da tam tersi. Mermiler de haklı o zaman. Her şey haklı. Peki kim haksız? Bence fazlasıyla haksız olan Tanrı. 
Tanrı.
Neden yeryüzünde milyarlarca insan ölümü bekliyoruz? Elon Musk’a kim vahiy indirdi? Gerçeği yaşıyor olma ihtimalimizin %1 olma ihtimali yüzde kaç? Ay’a gerçekten ayak basıldı mı? Hitler öldü mü? Pablo Escobar’ın gömülü hazineleri nerelerde? Küba devrimi aslında ordu sayesinde mi gerçekleşti? Deli Petro aslında bir Rus çarı değil miydi? Fişkiyeyi kim kırdı? Sorular da haklı…

22 Şubat 2018 Perşembe

düşüş

düşüş

Çürümüş beynimin işlevsiz kılcalları tek seferde yüzlerce satır kusan kemik kaplı şu elimi yönetiyorlar. Kırılmış sandalye ayakları umutsuzca kavuşmaya çalışırlarken gövdelerine, kan rengi göz bebeklerimden tek tek çıkıp da toplu şekilde hücum eden keskin bakışlarım havayı delerek sonsuz çizikler atıyorlar son çırpınışlarına ayakların. Hükmüm havada küflü bir kokuyla yayılırken odaya, çaresizce kapatıyorum beynimin şartellerini. Düşünmek eylemime sonsuz bir mühür en olaysız dağıtılanından.
Hükmüm geçersiz, aklım yetkin değildir diyorum soranlara.
Bitkisel latifelerle var oluşa karşı tutunuyorum betondan duvarlara.

Gözlerim derinden bir yazma özlemiyle dikiliyorlar kağıt başlarına ve her bir kırpışım onları, bir heceye can veriyor anında. Sonrası sessizlik ve bir kağıdın daha kirlenişi. Oysa tek derdi toprağa tutunmak olan bu kağıt, şimdi üstünde evrenin en sorunlu yaratığının boşalttığı bir nefreti taşıyor ve taşıyacak nesilden nesile. Derin bir nefesin elçisiyken kaplandığı bu çirkin görev nefes darlığı yaratan bir soruna dönüşüyor; düşünmek. Ve ben, her bir satırında dişlerimi sıktığım bu lanetli huyumun yansımasından bir adım dahi uzağa gidemiyorum. Var oluşum ve yok oluşum arasında ellerim kenetleniyor akşamlardan kalma kirli bıçaklarda.
Yaşamaya meyilleniyorum açıkça. Yaşamaya meyilim yazdığım bir cümlenin özü kadar kuvvetli fakat az önce kırılan şu sandalye kadar onursuz değil yarı yolda bırakacak kadar beni. Hayatımı bağladığım pamuktan iplikler, şimdi üstümde bir kazaklar ve sıkıca sarıyorlar hayata beni. Ben, şu halimle, şu kenarları kırılmış koltuktaki umursamaz oturuşumla bugün yokum ve yarınım meçhul. Oysa gençliğimin ilk serzenişlerinde hayatın güzelliği barikatlar kurar yıldırıcı darbeler atardı vücuduma. Hayat güzeldi düşünmeyene ve umursamayana. Hayatın güzelliğini tadan bir insan yeltenebilir miydi tek bir oturuşta sayfalarca kağıdın namusuna leke sürmeye? Nasılsa hayat güzeldi ve yaşamak tek kelimeydi, sayfalara ihtiyaç yoktu.

Yaşamak somut bir oksijen kaynağıyken düşünmek, olası bir zararlı maddenin keyifle vücuda yayılmasıydı. Olaysızca dağıtılan gösterilerin ardında bıraktığı cadde kirlilikleriydi düşünmek. İdeolojik olarak hiçlere oynayan bir beynin en derin silahlarla vurulması kadar anti-demokratikti. Hayata karşı tek duruşunun öldüğü gün ardında yazılı birkaç sayfadan ibaret olduğu düşünülünce insanın, yaşamında suçlanmak ne kadar acı ve mantık aranmayasıcaydı. Bu ki insanlık için büyük bir düşüştü.

7 Kasım 2017 Salı

Şüphe

ŞÜPHE
‘’ Bir garip cennet, hurilerle bakidir. Bir garip cinnet ki ölüm kadar anidir.’’

Saat sekize gelmek üzere, Cansu hala uyuyor.
‘’Cansu!’’
‘’Uyanmayı düşünmüyor musun?’’
Birden içerden bir ses, Cansu bağırıyor;
‘’Kahvaltı hazır!’’
Yavaşça kalkıyorum yataktan, dün gece yine siyah tişörtümle uyuyakalmışım. Üşüyerek uyanmam ondan. Tişörtüm de iyice koktu, yıkanmam gerekiyor ama kahvaltı da yapmam gerek Cansu’yu bekletemem, beklemeyi sevmez. Salona doğru yürüyorum, siparişiniz hazır diye sesleniyor garson;
‘’48 numara! Siparişiniz hazır.’’
‘’Ben alırım hayatım.’’
Diyerek gidiyorum siparişi almaya doğru. Cansu da pek sever dışarıda makarna yemeyi. Evde böylesini yapamazmış, defalarca denemesine rağmen bir türlü tutturamıyormuş dışarıdaki lezzeti.
‘’Mutsuzum biliyor musunuz? Haşlanmak için tencereye atılmış makarnalar gibiyim ya da  yahni olmak için kazanın içinde bekleyen Kemal Sunal gibiyim, benim yahnim iyi olmaz diye etrafıma bağırıyorum. Dün gece de salata yemeyi denedim elit insanlar gibi. Sadece elit insanlar salata yemez tabii ama tavuk da koydum bu sefer salatama. Pek bir şey anlamadım. Ondan mutsuzum galiba. Tavuğu severim, Cansu da makarnayı sever. Tavuklu makarna yapabilirim bu akşam. Cansu dışarıda yemese bari, aç mısın?’’
‘’Yedim ben tatlım, arkadaşlarla iş çıkışı bir şeyler atıştırdık’’
Yumruk attım birden garsona;
‘’Ne artistlik yapıyorsun lan sünepe! Ne demek beğenmiyorsanız başka yerde yiyin? Gebertirim seni şuracıkta!’’
‘’Tatlım, iyi misin?’’
‘’Makarna yapmıştım, tavuklu hem de. Birlikte yeriz diyordum.’’
Cansu gelse bari eve yemek de pişmek üzere.
‘’Alo, evet benim. Nerede? Nasıl olmuş? Hemen geliyorum.’’
‘’Bardaki adam sana bakmıyor değil mi Cansu? Yer değiştirelim yoksa tatsızlık çıkartacağım gece gece.’’
‘’Sakin ol hayatım, ceketimi tutar mısın? Lavaboya gidip geleyim sonra yer değiştiririz.’’
‘’Dön lan önüne!’’
Hava da bugün pek nemli, soğuk da ama. Soğuk hissediyorum. Taze bir ölü kadar soğuk tenim. Tuvalette de sıra var sanırım. Kaldırımdaki adamdan midye yesem iyi gelir mideme. İçmemem gerek, dokunuyor bana. Kaldırımın üstünde kırmızı renkte bir ceket kalmış. Bütün kalabalığın ardında kalan yalnız bir ceket. Yanlış hatırlamıyorsam Cansu'nun üzerindeydi bu gece. Cansu, severdi kırmızıyı. Az önce Cansu'yla birlikteydim oysa. Üstünde ceketi de vardı. Şu an yanımda kimse yok ve Cansu'nun ceketi yerde, kaldırımda. Bir kalabalık, nemiyle üstünden geçti gitti. Bağıranlar vardı. Az önce yanımdaydı Cansu. Dün gece Cansu'ya gitmiştim bardan çıkınca. Belimdeki tabanca hala belimde fakat Cansu yok. Siyah tişörtüm de kokuyor artık, ceketim de kayıp. Cansu'da kaldı galiba. Sağıma soluma bakınıyorum fakat yüzüme nemden başka değen bir şey yok. O sırada Cansu öpüyor yanaklarımdan, yanımdaymış meğer.
‘’Geldim, tatlım.’’
.
.
.

‘’ Bazı şeyler havada kalmalıdır, Ay gibi.’’


14 Ekim 2017 Cumartesi

Dünya, Bir Tımarhanedir


Dünya Bir Tımarhanedir
'' Dem Fanzin'de yayınlanmış bir denememdir.''




Monteigne kardeşim Denemeler’i yazdı. Ben de, Yanılmalar’ı yazacağım.

Hepimiz birer kuş olup kanatlanmıştık, pek sevgiyle yad ettiğimiz sevgi kelebeği gezegenimizde. Hani bir beyaz, bir griydik. Bizdik neticede; insandık.

Denedik, yanıldık. Denemekten korktuk, kaçtık ya da kaçırıldık.

Çabaladık, hayal kurduk; aldatıldık.

İnandık, bağlandık; kandırıldık.

Güldük, eğlendik; yaftalandık.

Ağladık, üzüldük; umursanmadık.

Ve dahasını, insanlık olarak tattık ve tadıyoruz.

Bir dem de olsa, sorgulamak gerektir yaşamın her dakikasını.

Sorgulamadan, sorgulatmadan ulaşamayacağımız, ulaşsak da ulaşmamış olmayı dileyeceğimiz gerçekler etrafımızdalar.

İnandığımız din, dinler ya da inanmadıklarımız.

Şahit olduğumuz acılar, savaşlar, yıkımlar, çocuklar…

Düşünmek, bir deli savunmasıdır Dünya tımarhanesinde.

Bazen beynimin içi, Elon Musk evreninde seyrediyor gibi hissediyorum.

Bütün bu savaşlar, acılar, birkaç denyo güzel vakit geçirsin diye kurgulanmış senaryolar gibi geliyor.

Aksini düşünerek, insanlığın derdini çözebileceğimi sanmıyorum.

Sorgulama yeteneği belli oranda verilmiş yapay varlıklarız bu gezegende.

Birkaç fabrika hatası ya da ithalat fazlası olanlarımız, bizleri yanıltmasınlar.

Yapay da olsa, kendini geliştiren ve de bizlerden sıyıranlaraysa büyük saygı göstermemiz gerektiğini hatırlatmalıyım.

Ölümsüzlüğü bulma hayalinden tutun da, mevcut gezegenimizden kaçarak koloniler kurmayı düşünenlerimiz var. Onlara, Gemide filminin meşhur kum boşaltma sahnesindeki Erkan Can repliğini armağan ediyorum. Ama yazmıyorum.

Yapay bir evrende sürükleniyoruz, her günümüz sanırsın westworld’vari bir evrende geçiyor.

Ölümsüzlüğü, birkaç seneyle kaçıracağımızı düşünenlerimiz bile varlar.

Onlara, çok saygı duyduğum bir söz yazarından şu sözleri armağan etmek istiyorum;

Dünya ne sana ne de bana kalmaz.

Rothschildlere kalmadı böyle, hiçbir kitap yazmaz.

Ne demiştik, Dünya bir tımarhaneydi.

Ve bizler de, giydiğimiz deli gömleklerinden kurtulma gayretinde ya da bu gömlekleri kabullenmiş biçimde ölümü bekleyen delileriz.



Az Ötede Yaşayan İnsan

‘’ Çok değil, azıcık. ‘’






8 Ekim 2016 Cumartesi

TAM BAĞIMSIZ KALPLER BİRLİĞİ (TBKB)

Başlığın garip ve anlamsız göründüğünün farkındayım,bu başlıkla amaçladığım şey ise çok basit,açık açık soruyorum şimdi sizlere;aşık olmak için illa sevmek mi gerekir?

Bugünlerde kafamı kurcalayan şeylerin başını çekiyor bu karmaşık ilişki durumları.Hatta başını çekmekten öte,kerata tüm dertlerimi eze eze en başa çıkarmayı biliyor kendisini.Bu konuda biraz insafsız sanırım.En başa çıktığı için amaçladığı şeyi de başarıyor bu yolla;kendini bir numaralı gündem maddesi konumunda tutmak...

Tabii,bunu her zaman yapmıyor,en hazırlıksız ve herşeye açık olduğumuz zamanlarda yapıyor;bazen uyumak için bakındığımız tavanda beliriyor,bazense duyduğumuz bir şarkıyla şaşkına dönen vücudumuzun bu durumundan faydalanarak bünyeye sızıyor.İşte burada benim kafama takılan soru devreye giriyor.Bir insan evladını gördüm ve o an ona karşı müthiş bir duygu yoğunluğu hissettim diyelim,buraya kadar açıklanabilir ve gayet normal ilerliyoruz.Hissi nedenlerimiz küçük bir tebessüm,kaş,göz vb. fiziki ögeler olabileceği gibi içsel şeyler de olabilir.Bu yoğunluktan sonraki aşama,o ilk yakaladığımız duygu patlamasının peşinden koşmamız.Onu bir daha görme isteği ya da onu sürekli görme isteği...Belimin artık sola doğru kamp kurmasına rağmen bir kere bile olsa onunla göz göze kalabilme ihtimali...Bir yerde otururken manzarımızı onu gören yerlerden seçme durumu...Bunlar hep o ilk duygu patlamasının-''ilk olan en güzelidir''deki-tekrar yaşama isteğinden kaynaklı gelişen durumlar.İnsanı aşık eden kısım da burası zaten,ilk anda yaşadığımız o duyguyu bir daha yaşamak için karşıdaki kişiye yakınlaşma,bir nevi insanın kendini tatmini.Hani bu,ders çalışmak için heveslendiğinizde ilk olarak odanızı toplamanız,kendinize layık bir çalışma ortamı hazırlamanız gibi bir şey.Toparlarken gayet motive ve çalışma isteğiyle yanarken bu toparlanmanın ardından kendinizi birden bitkin,üşengeç ve işe yaramaz hissetmeniz gibi.Yani bende böyle.O ilk anki motivasyonum ve isteğim nedense bir süre sonra kayboluyor ve sevmeden aşk yaşıyor gibi hissediyorum kendimi.Kalbime sorsam ''aşıksın işte lan!'' derken,beynim çok bilmiş bir şekilde ''ne işin var senin böyle şeylerle'' diye öne atılıyor.Ama bu konuda kabul gören organ kalp olduğu için bu sefer de içimde adeta bir ''derin devlet'' yapılanması hissediyorum.Kalbi tasfiye eden beyin hücreleri,bu aşkı vücudumdan temizlemek için çaba sarfediyorlar.Bense,bu durumdan habersiz,günde iki doz olarak aldığım bunalım hapının etkisinde garip düşüncelere dalıyorum.Beyin hücrelerim,bana sürekli kalbi kötüleyen sözler söyleyerek ona karşı olan güvenimi sarsmaya ve onu dinlememem konusunda bilginlendirmeye çalışıyorlar.Ben de mecburen inanıyorum beyin bu boru mu?...

Aradan uzunca bir zaman geçiyor ve beni artık çoğunlukla ele geçirmiş durumda olan beynim,son kalem olan benliğime ansızın bir girişimde bulunarak,bütün yönetimime el koymaya çalışıyor.İşte bu aşamada,asil duyguların hoşgörülü organı tüm bu girişimi bozarak püskürtüyor.Daha sonrasında da beyin hücrelerimi mülakatla seçmem gerektiği konusunda bana tavsiyede bulunuyor.Bende ona bu noktada,beni affetmesini beynim tarafından kandırıldığımı söylüyorum ve arayı biraz düzeltiyorum.Artık benliğime kalbim hükmediyor işte bu noktada aşk ve sevgi kelimesi benim için bir bütün teşkil eder hal alıyor ve nihayet bu karmaşanın içinden çıkabiliyorum.Bir geyik felsefesinin temelini oluşturan ''kalbini dinle'' öğretisi yolunda kendimi bir fedai olarak atıyorum.Beyin hücrelerimi çekinmeden infaz ediyor ve kendimi kalbin ellerine bırakıyorum...

Bu noktada işte seven insanın neden düşünemediğini anlıyorum.Seven insan mantıklı düşünemezin anlamsızlığı,benim için ortadan kalkıyor.

Kalp hükmederken insanın benliğine,beyine laf düşmüyor.İşte insan bu sebepledirki;''aşk''adı altında gözü kara,umursamaz ve adanmış davranıyor,düşünmeden davranıyor.

Aşık olmak için illa sevmek değil,bağımsız bir kalp gerekiyor.
Severken mantıklı davranmak için ise...
boşverin.

TBKB

TAM BAĞIMSIZ KALPLER BİRLİĞİ...

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Düşün Taşın S01 E01

Se

Se a

Ses

Ses Deneme

Ses Deneme bir iki

Galiba geliyor sesim öncellikle kucak dolusu maraba herkese.
Bugün hayatımın onuncu yılını kutladığım buruk bir yazı temennisiyle oturmaktayım masaya(patron masası değil öğrenci masası…).Yamulmuyorsam da arkada on board(gemide)filminin film müziği çalmakta.Uzun süren sessizliklere ve kasvetli havanın hakim olduğu filmlere aşinaysanız izlemişsinizdir fakat izlemeyen varsa içinizin derinlerine işlemesi ve bir şeyleri dışarı çıkarması adına izlenemeniz tarafımca tavsiye olunur.Zaten içinizde hiçbir şey yoksa bile bu ve bu tarz müziklerin altındaki yorumları okuyarak yeteri kadar dert sahibi olabilirsiniz orası ayrı.Kısadan yazıya geçecek olursam şöyle ki konuyu genel açıda bir memur çocuğu yaşantısı ve psikolojisi özel açıdan ise ilkokulda dışlanma olarak elden almak gayretiyle başlayıp yine oraya buraya dadanma şeklinde devam etsem de asıl konuya şöylece bir girelim.
Sene 2005-2006 bilmekte olduğum benliğimi dinlemeye başladığım yıllar.Bunun diğer versiyonu ergenliktir tabii bilmekte olunan benliğin dinlenilmesi ve içine aşırı derece isyan enjektesi…
Neyse;

Sene 2006

Mekan:İç anadolu’da bir ilimis.(gidiş yönü)

Olay örgüsü;taşına taşına aşınan eşyaların yüklü olduğu kamyonun arkasında kaybede kaybede hüzün yumağı olmuş küçük bir gencin atıldığı kurtlar sofrasında kurda olan isyanı.(böyle yazınca edebiyat oluyor sanırım biraz da beklenti yükseliyor gibi geldi bana)


Taşınmak bir memur çocuğunun hobiden bozma fobisi diyebilirim.O taşınma aşamalarında annenin stresi ve babanın umursamaz tavırları arasında çocuğun anlamsız heyecanı bunu hobimsi kılan kısımken çocuğun daha yeni kaynaştığı arkadaşlarından ve sevdiceği olan öğretmeninden kopacak olması bunu fobi yapan etkenler.Hele ki eleman bir de çocukluk aşkı yaşıyorsa vay onun haline.Onun tek tarifi s*k kadar boyuyla şehirden ayrılırken sevilen,aşk duyulan küçük kızın elinde ki barbie bebeğine sarılarak ağlaması ardından oğlanın önce dizlerinin üstüne büyük bir sılov moşın efektiyle düşerek ve aynı anda 180 derece dönerek uyguladığı tavır ile son bulan bu aşk ise apayrı bir trajedidir.Esas oğlan olarak bende son durum olmasa bile hafif bir esintisi kalbimin damarlarından geçmedi de diyemem o kısmı ileride ufacık yazarım belki.İşte yine tüm bu duygu karmaşasında annenin büyük ve mucizevi şekilde(memur evi aslında çok da mucizevi değil gibi)koca 2+1 evi,tabağından çanağına gazeteleyerek tek tek kutulara isimleri kazıyarak ve bu sırada babanın sadece kutu kapama ve kapanan kutuyu taşıma görevini aldığını düşünerek başarması şöyle bir bakıp harbiden anne yaaağğ dememe sebebiyet vermişti.Benim görevim odamdaki ıvır zıvırı ve oyuncaklarımı toparlamaktı.Neyse bunlar yapıldı,evde son gün dışarıdan taşınmaların olmazsa olmazı kaşarlı pide yenildi ve erken kalkmak üzere yatıldı.Sabah olduğunda annem beni biraz geç uyandırmıştı.Uyandığımda evin benim odam dışında çoğunun taşındığını sadece kamyona yerleştirme düzenine göre bazı eşyaların bekletildiğini gördüm ve zaten sevmediğim bu angaryanın ortasında çok kalmayacak olmaktan mutluluk duyar bir şekilde balkondan çalışan adamları izlemeye koyuldum.Sona doğru bu sefer taşıyanların olmazsa olmazı olan kaşarlı pide ve kola geldi.Ben ordan kendi payımı alarak balkonda son bir yemek yedim manzaraya karşı.Eşyaların hepsi koyuldu ve yaz dönemi olması dolayısıyla benim de yazın bir gününde doğmuş olmam dolayısıyla 9’dan 10’a geçmiş sayarak o küçükken ki saçma büyüme isteğimi o günde sergiliyor ve kendimi on(10)yaşında ilan ediyordum(bok vardı).Hafif buruk bir şekilde kamyondan biraz sonra kendi arabamızla takip şeklinde yola koyuluyoruz.Ondan önce tüm vedalaşmalar yapılmış son anda tekrar vedalaşılan komşular ve arkadaşlar hüzne hüzün katmıştır.1 dakikalık bir el sallamayla kafaların yaklaşık 270 dereceye kadar bir baykuş edasıyla döndüğü o son selamlama kısmı da bittikten ve en sonda da o şehrin çıkış tabelası görünüp son kez ters yönde duran giriş tabelasına bakıp çekilen bir içten sonra maraton devam etmiştir…

yeni bir başlangıç

2014 yılından itibaren yazmaya başladığım bu blogumu, yeni bir başlangıç için emekliye ayırıyorum. İlk yıllardan itibaren daha profesyonel d...